Cengiz Çandar ile söyleşi: Suriye için çözüm teslimiyet mi, entegrasyon mu?

09.09.2025 medyascope.tv

9 Eylül 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız söyleşiyi yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Türkiye'nin gündeminde CHP var, ama çok da önemli bir Suriye meselesi var. Suriye meselesini konuyu en iyi bilen isimlerden birisiyle, DEM Parti Diyarbakır Milletvekili, gazeteci Cengiz Çandar'la konuşuyoruz. Ağabey, merhaba.
Çandar: Merhabalar, iyi yayınlar şimdiden.

Ruşen Çakır: Sağ ol. Suriye’yi konuşacağız, ama önce şu CHP'yi bir sormak istiyorum. Sen sosyal medyada da bu konuda çok açık ve net bir şeyler söyledin ama bütün bu yaşananlar nedir?
Çandar: Bunun tanımı bile çok zor. Az önce gönderme yaptığım tweet’te de söyledim, bu, Türkiye'de bir hukuksuzluk hâli, bir hukuk devleti olmama hâli. İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesi kararıyla İstanbul İl Kongresi’ne kayyum atanıyor. Bu karar, bu ayın 15'indeki mutlak butlan kararına âdeta bir ön haber gibi düşünülüyor. Cumhuriyet Halk Partisi'nin 2023'ten itibaren yapılan kurultay süreçlerini, her türlü değişikliği iptal edecek gelişmeler bunlar. Partinin içini hedef alan ve yargı eliyle siyaseti dizayn etme girişimlerinin bir çabası. On dokuz Mart'ta Ekrem İmamoğlu'na yönelik ve devam ede gelen, başta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmak üzere bunca belediye başkanının hapislere girmelerine yol açan siyasetin yargı üzerinden dizayn edilmesi çabaları. Şimdi mahkeme kararı, şudur, budur diyeceksin. Ortada hâlâ iddianameler yok. Hukuk işliyorsa, ki ben de o yüzden o tweet'te onu söyledim, 2004 yılında bizzat AK Parti iktidarının Anayasa’nın 90. maddesine yaptığı değişikliklerle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının ulusal hukukun üstünde olduğu ve kararların uygulanması gerektiği, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne imza koymuş bir ülke olarak Türkiye'nin yükümlülüğünde. Anayasa’nın 90. maddesini uygulamıyorsunuz. Osman Kavala'ya uygulamadınız, Selahattin Demirtaş'a uygulamadınız. İnatla uygulamıyorsunuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararını ve Anayasayı ihlal ediyorsunuz. Anayasa Mahkemesi Can Atalay hakkında karar verdi. Can Atalay'ın bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Hatay Milletvekili sıfatıyla oturması gerekirken, Anayasa Mahkemesi kararları anayasanın amil hükümlerine rağmen çiğnendi. Haddi hududu yok hukuksuz uygulamaların. Kimse bana, ‘’İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesi kararıyla, İstanbul ilinde Cumhuriyet Halk Partisi'nin böyle bir yönetimi olacak’’ masalını anlatmasın. Bu, Türkiye'de bir hukuksuzluk hâlinin göstergesidir. Hukuk devletinin askıya alınmasıdır. Giderek, Türkiye'nin parlamenter demokratik sistemden, totaliter, diktatoryal bir sisteme doğru, Anayasasının, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının esas teşkil etmeyip, Cumhurbaşkanı’nın birtakım siyasi projeleri ve planlarıyla ülkenin hukuksuz bir şekilde yönetilmesi demektir ve son derece de tehlikeli bir gelişmedir. Bugün borsanın durumuna bakmak lazım. Mehmet Şimşek'le gidip konuşmak lazım. Acaba son TÜİK açıklamalarından sonra enflasyonun gidişi ne oldu? Dövize ne kadar kaçış var? Türk parasının durumu nedir? Bütün bu girişimlerin, ekonomiye ve dolayısıyla vatandaşın cebine, alın terine çok ağır bir yükü var. Bu sadece siyasi bir operasyon olmakla kalmıyor, ekonomiyi de çökertici rol oynuyor.

Ruşen Çakır: Suriye'ye geçmeden önce, çözüm süreci Suriye ile çok alakalı biliyorsun. Ya da sen hangi tabiri kullanıyorsun bilmiyorum. ‘’Barış süreci’’ diyen var, ben ‘’çözüm süreci’’ diyorum, kimileri ‘’Terörsüz Türkiye’’ diyor. Her neyse. Esas konumuz olan Suriye ile çok ilgili bir husus ve burada yine çok önemli bir gelişme oldu. Ama CHP gündemiyle arada kaynadı. Komisyondaki MHP'li Feti Yıldız'ın, TBMM Başkanı Numan Kurtuluş’a yaptığı çağrıyla, iddiaya göre komisyondan beş milletvekilinden oluşan bir heyetin İmralı'ya gidip Abdullah Öcalan'la görüşmesi kesinleştiği söyleniyor, ama henüz ortada resmi bir açıklama yok. Fakat MHP'nin yaptığı bu çağrının kuvvetle karşılık bulacağını varsayıyoruz. Normalde ‘’Öcalan'la muhakkak görüşülsün’’ çağrısını hep sizin partiniz yapıyordu, ama pek de cevap bulamıyordu. MHP'nin bu çıkışıyla beraber, Meclisten dört ya da beş kişilik bir heyetin Öcalan'la görüşülecek olması çok önemli bir olay değil mi?
Çandar: Çok, çok önemli bir olay. En başında, buna ne isim vereceğimize ilişkin olarak, sen inatla en başından beri ‘’çözüm süreci’’ diyorsun, herkes bir şey diyor. Ben kendi deyişimi söyleyerek gireyim konuya. Ben de sadece ‘’süreç’’ diyorum.

Ruşen Çakır: Tamam.
Çandar: Hepimiz ne diyorsak diyelim buna, galiba aynı şeyi murat ederek konuşmuş oluyoruz. Şimdi tekrar bu sürecin bugün içinde bulunduğumuz noktasına gelirsek: Feti Yıldız'ın bu çıkışı, senin de işaret ettiğin gibi son derece önemli. Ama önce bir görelim, gerçekten olacak mı? Bir önceki soruyla bağlayarak bir şey söyleyeyim. Ben komplo teorilerinden hiç hoşlanmam, ama yaygın birtakım söylentilere göre, Türkiye'de iktidar kanadının bu süreçten sıtkı sıyrılmaya başlamış. Çünkü kendi yaptıkları anketlerde oy kaybı gibi görüyorlarmış durumu. 2013-2015'te de ayak sürümelerini, nasıl vazgeçildiğini, ne yapıldığını hatırlayalım. Daha önce gizli Oslo Barış Süreci tam belli bir ritimde yürürken, 2011 Haziran seçimlerinde AK Parti'nin %49 oy almasından sonra, bir eylem bahanesiyle, irade yoksunluğuyla, süreç bir kenara itilmişti. 2013-2015'te de yine bu süreç, bir sürü gerekçe ileri sürülerek, ama gerçek gerekçelerin ne olduğu hâlâ tartışmaya muhtaç, bir yana itildi. Şimdi de Cumhuriyet Halk Partisi'ne yapılan bu girişimler, Cumhuriyet Halk Partisi'ni komisyondan çıkartmaya yönelik. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi'nden komisyonda çalışan milletvekili arkadaşlarımızla da görüştüğümüzde, Cumhuriyet Halk Partisi'ne yönelik operasyonlar devam ederse, çok kuvvetli bir taban baskısıyla, ‘’komisyonda bizim ne işimiz var, iktidarın tuzağına düşüyoruz’’ baskısıyla, Cumhuriyet Halk Partisi'nin komisyonda durmasının çok zorlaşacağına dair değerlendirmeler var. Bunlar yabana atılmaz değerlendirmeler ve bunu söyleyen kişiler, süreçten yana, komisyonun rolünden yana, komisyondaki Cumhuriyet Halk Partisi varlığını çok anlamlı bulan kişiler. Şimdi onlar bile bunu söylüyorsa, çok ağır bir taban baskısı altında, Cumhuriyet Halk Partisi'ne yönelik operasyonlarla bizim dayanamaz bir şekilde komisyondan çekilmemiz isteniyorsa, hiç sevmemekle birlikte bir komplo teorisine gönderme yaparak, ‘’acaba iktidar kanadı bu sürecin bir şekilde bitmesini istiyor da Cumhuriyet Halk Partisi'ni komisyondan çıkartmaya mı çalışıyor?’’ diye akıl yürütmelerinin yapıldığını bir kere bir not edelim. Ben yine de buna itibar etmek istemiyorum, bir kez daha altını çizmiş olayım. Ama bunu üstünde durulmaya değer bir spekülasyon gibi düşünebiliriz. Çünkü nereden bakarsanız bakın, komisyonda Cumhuriyet Halk Partisi olmadığı takdirde komisyon yok demektir. Yani komisyonun çalışması ve karar alması bakımından sayısal çoğunluk olsa bile, Cumhuriyet Halk Partisi'nin bulunmadığı bir komisyon, sürecin siyasi olarak ciddi olarak sakatlanması ve anlamsızlaşması sonucunu bize verir.
Milliyetçi Hareket Partisi'nde Feti Yıldız'ın bu son çıkışına gelirsek: Bu gerçekten çok değerli bir çıkış, ama 1 Ekim'de neredeyse yıl dönümüne yaklaştık, Devlet Bahçeli'nin meclis açılışında DEM Partililerin elini sıkması ve arkasından 22 Ekim tarihindeki o ünlü konuşmasıyla birlikte biraz da arka planı olan bu süreç start almış oldu ve âdeta Milliyetçi Hareket Partisi bu sürecin güvencesi gibi kendisini ortaya koydu. O yüzden, şu anda bu hamlenin, Milliyetçi Hareket Partisi'nin hukuk beyni sayılan ve bizzat Devlet Bahçeli'nin de kendisine öyle muamele ettiği Feti Yıldız'dan gelmesi anlamlı ve değerli. Fakat şunu görmemiz lazım: Çünkü daha dün, mesela Yeniden Refah Partisi ‘’eğer Öcalan'la görüşme olursa biz komisyonda durmayız, çekiliriz’’ dedi. Ben, Cumhuriyet Halk Partisi'nde de benzer rüzgârlar olduğunu bir süredir duyuyordum. Yani Cumhuriyet Halk Partisi kendisine bu kadar hukuksuz uygulamalar yapılırken, kalkıp Öcalan'la görüşmeye çok sıcak bakmaz bir hâlde olduğuna dair sinyaller veriyor. O yüzden bence görüşülmeli, mutlaka görüşülmeli ve DEM Parti, İmralı ile İmralı dışı arasında bir haberci rolü oynamaktan çıkmalı. DEM Parti bir parti netice itibariyle. Öcalan'a ilişkin ya da Öcalan'dan gelen mesajların aracı ve taşıyıcısı değildir. Yani bunun dışında, bunun çok daha ötesine bir işlevi olması gereken bir parti. Dolayısıyla, DEM Parti'nin bu görüntüden çıkması gerekiyor. Eğer İmralı ile görüşmeye dört beş kişi gidecekse, herhalde bunun içinde Adalet ve Kalkınma Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi temsilcileri olacak. DEM Parti'nin o ekipte bulunmaya ihtiyacı yok. Çünkü zaten DEM Parti'nin kendi İmralı heyeti var, gidiyor geliyor ve parti, İmralı'da ne konuşuluyor ne ediliyor diye belli şekillerde bilgilendiriliyor. O yüzden, İmralı'daki siyasi aktörün bizzat komisyonun iktidar kanadını ve ana muhalefeti temsil eden unsurlarla görüşmesi, bu sürecin uygun adım devam edebilmesi ve hedefine doğru gidebilmesi için çok önem ve değer taşıyor. Fakat dediğim gibi, az önce söylediğim bütün nedenlerden ötürü bir görelim önce, gerçekleşmesini görelim. Feti Yıldız böyle bir çıkış yaptı. Umarız bu çıkış hedefine varır.

Ruşen Çakır: Peki, Suriye'ye gelelim. Şimdi ne zamandır Türkiye'nin gündeminde yok, ama bir ara, önce Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan değişik vesilelerle Suriye konusunda açık, net ve sert mesajlar verdiler. Bunları Suriye'deki SDG ya da Kürtlere yönelik birtakım gözdağı olarak okumakta herhalde bir mahsur yok. Sen geçenlerde Süleymaniye'de bir toplantıya katıldığında, orada PYD'nin hâlâ üst düzey yöneticisi olan Salih Müslim'le de görüştün. Başkalarıyla da karşılaşmış olabilirsin. Olay nerede tıkandı? Üzerinde konuşacak çok şey var, ama öncelikle girizgâh olarak şöyle söylemek çok mu basit? Aslında Şam'la Rojava anlaşabilir, ama Ankara'nın çok ciddi bir şekilde dayatmaları var. Bu, açıklıyor mu olayı?
Çandar: Kısmen açıklıyor, tümüyle yabana atılabilecek bir tespit değil bu. Lafa girmeden önce şunu söyleyeyim: Evet, Süleymaniye'de PYD'lilerle, başta Salih Müslim’le, dediğin temaslar oldu. Salih Müslim'le uzun yıllardır zaten tanışıyoruz. Ama şu anda Suriye Kürt hareketi içinde Salih Müslim'den daha da önemli bir rol sahibi olan Foza Yusuf da oradaydı. Foza Yusuf'la da uzun görüşmelerimiz oldu. Daha önemlisi, Süleymaniye'de DEM Parti heyetiydi söz konusu olan ve partinin Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan'ın isteği üzerine, aralarında benim de bulunduğum DEM Partili birkaç kişi, Foza Yusuf, Salih Müslim ve birkaç PYD'li ile birlikte oturduk ama biz hiç konuşmadık. ‘’Ne oluyor ne bitiyor, siz ne istiyorsunuz? Durum nedir? Şam ne yapıyor? Siz ne istiyorsunuz?’’ diye birkaç soru sorduk ve sadece dinledik. Sonra ben hem Salih Müslim’le hem Foza Yusuf'la ayrı ayrı birebir de sohbetler ettim.
Şimdi bir hatırlatma yapacağım: Geçen hafta bugün, seninle birlikte Erbil'de bir toplantıdaydık. Hemen Süleymaniye sonrası, kimse farkına varmadı ama orada basına kapalı bir toplantı oldu. Orada söz alan bir Suriyeli Kürt vardı. O önemli bir şahsiyetti. Birtakım temasları yürüten şahsiyetlerden ve ne olup bittiğine dair çok bilgili bir şahsiyet. Ben onunla da Süleymaniye'ye ek olarak Erbil'de de görüştüm. Şimdi bunların tümünden vardığımız sonuç, burada Türkiye'nin rolü. Öncelikle şunu söylemeliyim, herkesin hemen hemen üzerine ittifak ettiği husus şu: 13 Temmuz 2025 tarihinde Süveyda’da Dürzîlere ilişkin olarak cereyan eden olaylar, âdeta Suriye'de olan biten her şeyin bir miladı niteliğinde. Mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan, Şam'daki rejim değişikliğini devrim olarak niteleyip, ‘’8 Aralık Devrimi’’ diyor. Peki, varsayalım ki 8 Aralık 2024'te devrim oldu Suriye'de. Ondan bugüne kadar 9 ay geçti. ‘’Dokuz ay içinde o güne kadarki gelişmelerin yönünü değiştirecek kilometre taşı nedir?’’ diye sorulursa, 13 Temmuz 2025’te Süveyda’da olan olaylardır. Merkezi Londra'da bulunan ve Suriye'deki iç savaş boyunca çok önemli bilgiler vermiş olan Suriye İnsan Hakları Gözlem Evi’nin verdiği rakamlara göre, şubat ayında ve Alevilere karşı sahil boyunda Tarsus-Lazkiye hattında ve son olarak 13 Temmuz-19 Temmuz arasındaki bir hafta boyunca Dürzîlere karşı girişilen operasyonlarda hayatını kaybeden insan sayısı, 10 bin 600'ün üstünde. Suriye'de HTŞ ya da Ahmet eş-Şara Şam'da iktidara oturduktan bu yana, en az 11 bin, 12 bin kişi hayatını kaybetmiş durumda. Bu, ülkenin iç savaş durduktan sonraki hâli. Can kayıplarının büyük bölümü azınlıklar. Nüfusun %60'a yakını Arap Sünni nüfus olduğuna göre, azınlıklar dediğimiz zaman, buna Aleviler ve özellikle de Dürzîler girmiş oluyor, onlar hayatlarını kaybetmiş durumdalar.
On üç Temmuz tarihinin önemi şurada. O tarihe kadar Şam'daki rejimi kollayan, önünü açan, ekonomik yaptırımları kaldırtan, hatta Körfez sermayesini oraya davet eden ve Suriye Demokratik Güçleri’ne karşı da alışılmadık sertlikte bir dil kullanan Trump'ın Suriye Özel Temsilcisi ve aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri'nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack, daha haziran ayında, “Tek millet, tek devlet, tek bayrak” demişti. Hatta ben o zaman, “Bu, AK Parti Meclis grubunda konuşma mı yapıyor? Amerika'nın Suriye Özel Temsilcisi mi? Amerika'nın Ankara Büyükelçisi mi? Nasıl laflar bunlar?’’ demiştim. Galiba seninle daha önce bir programda da burada konuştuk, hatta kalkıp, “Biz Amerika olarak SDG'ye, Kürtlere bağımsız devlet vaat etmedik” demişti. Kürtler hiçbir zaman Suriye'de bağımsız devlet talebinde bulunmamıştı zaten. Bu laflar niye çıkıyordu? Ama önemli olan, Tom Barrack bu laflarla Türkiye'yi arkalayıp Suriye'deki Kürtlere belli bir mesafe aldığını ve Türkiye'yi arkalarken aynı zamanda da Şam'daki Ahmet eş-Şara yönetimini arkaladığını beyan etmiş oluyordu Amerika Birleşik Devletleri markasıyla. Şimdi değişen şu: Bu 13 Temmuz o kadar önemli bir tarih ki aynı Tom Barrack, çok yakın bir tarihte, temmuz ayının sonlarında ağız değiştirdi. Suriye'de federasyon denilmese bile federasyona yakın bir yapı oluşabileceğini, azınlıkların korunmasının şart olduğunu ve iktidarda temsil edilmesi gerektiğini söyledi ve daha da ileri gitti, “SDG'nin kökü PKK olabilir. Kökü PKK olabilir ama SDG artık PKK değildir. Ayrıca bizim müttefikimizdir. İŞİD'e karşı büyük fedakârlıklar yaptı, birlikte savaştık. O bizim Suriye'deki müttefikimizdir” dedi. Şimdiyse Tom Barrack 1,5 ay içinde, Kürtlere ilişkin ve Suriye'deki rejime yaklaşım bakımından, Haziran'da yaptığı açıklamadan tam tamına 180 derece ters bir açıklamayı yaptı. Ne zaman yaptı, niye yaptı? İşte 13 Temmuz'a geliyoruz. Ben bunu Süleymaniye'de ve Erbil'de görüştüğüm Kürt şahsiyetlere “Barrack’taki bu değişiklik nereden kaynaklanıyor?” diye sorduğumda, 13 Temmuz cevabını veriyorlar. 13 Temmuz, Alevilerden sonra bir de Dürzîlere karşı yapılan katliamın boyutlarını göstermesinin ötesinde, Şam'daki rejimin çok da ülkeye hükmetmediğinin, üzerine çok da pey yatırılmasının isabetli olmayacağının göstergesi oldu. Amerika da bütün kartlarıyla, zayıf bir ata oynamaktan biraz imtina eder görünümünde. Bir de tabii İsrail faktörü var.

Ruşen Çakır: Ona bilahare geliriz. Şunu özellikle sormak istiyorum. Dürzîler ve Aleviler kendi örgütlenmelerini yapma kararı aldılar. Kürtler zaten en eski şekilde örgütlü bir yapı ve benim bilgim dâhilinde gördüğüm, aslında Kürtler ya da SDG oradaki tüm azınlık güçler için bir tür garantör gibi, yani biraz kutup olmuş gibi sanki. Ve şöyle bir akıl yürütüyorum: Eğer Kürtler Şam'la anlaşırsa, mutabık kalırsa, Kürtlerin varlığı nedeniyle diğer azınlıkların da sisteme entegrasyonu daha kolay olur. Abartıyor muyum?
Çandar: Hayır, abartmıyorsun. Kesinlikle doğru. Zaten bu SDG ile onların temsil ettiği ya da yönettiği diyelim, özerk yönetim bölgesiyle, ki yaklaşık üçte biri Suriye'nin ve en önemlisi de petrol ve tahıl ambarı onların kontrolünde. Yani Suriye'nin ekmeği ve gelirlerinin yarısına yakınlığı, elde edecekleri petrol ve o alanda bulunuyor. Ondan daha önemlisi, o yönetimin silahlı güçleri olan Suriye Demokratik Güçleri yönetiminde en tepede Mazlum Abdi var malum. Artık çok bilinen bir isim. Bunlar Suriye'nin askeri olarak da en savaşkan, en iyi eğitimden geçmiş, nereden baksanız 8, 9 yıldır Amerikalılar tarafından eğitilmiş, İŞİD'le savaşta pişmiş birlikleri. Dolayısıyla şu anda çok sözü ediliyor ama kendisinin gerçekten öyle olup olmadığı belli değil. Suriye Ordusu’yla SDG arasında askeri alanda bir çatışma olursa kimin askeri üstünlük sağlayacağı da tartışmaya değer. Muhtemelen SDG'nin. Ve şunu da söyleyeyim, Süleymaniye ve Erbil'deki konuşmalarda ısrarla sordum. SDG'nin %60'ı da Araplardan oluşuyor, Kürtlerden değil. Çünkü Rakka'da, Haseke'de ve Deyrizor'da aşiretler var biliyorsunuz.
Buradan hareketle, senin sorunu somut olarak cevaplayarak tamamlamış olayım. Bu kadar geniş bir alanı, 10 yıla yaklaşık bir yönetim tecrübesiyle sayıları 100 bin olarak telaffuz edilen, askeri iyi donatılmış ve savaşkan bir güçle hükmeden bir unsur, eğer Şam'daki yönetimle uzlaşır, bütünleşir ve birleşirse, o zaman Alevilerin de, Dürzîlerin de, İsmaillilerin de, Hıristiyanların da hakları güvence altına alınacak demektir. Ve Suriye'nin birliği bu şekilde mümkün olabilir. Kürtlerin etkili olduğu bu SDG ile Şam yönetimi birleşemezse, o zaman nasıl bir Suriye bizi bekliyor, çok büyük soru işaretidir. O yüzden Dürzîler olsun, Aleviler olsun, Hıristiyanlar ve diğer azınlıklar olsun, hepsinin bir anlamda güvencesi Kürtlerin Şam'la uzlaşabilmesinden geçiyor. Hatırlarsak, Mazlum Abdi 10 Mart tarihinde Şam'a gitti. Orada Ahmet eş-Şara ile ikisi 8 maddelik bir mutabakat imzaladılar. Şimdi Türkiye'den SDG'ye yönelik, Kürtlere yönelik gelen tepkisel ve tehditkâr sözler genellikle, 10 Mart mutabakatına uyulmadığı üzerinden yola çıkıyor. Çünkü 10 Mart mutabakatında, Kürtlerin, Suriye’deki yapıya, Şam'daki yönetime entegrasyonu ve silahlarını o şekilde entegre etmesi vardı. Fakat bu yorum Türkiye'de genellikle şöyle anlaşılıyor: ‘’Kürtler yönettikleri alanı terk etsinler. O yönetimleri dağıtsınlar, silahlarını da götürüp Şam’a, mutasavver orduya…‘’ Öyle bir ordu yok çünkü, hayallerde var öyle bir ordu. Orada öyle bir ordu olsaydı, Tartus'ta, Lazkiye'de, Süveyda’da binlerce insan kesilmezdi. Katliam yaptılar. Öyle ulusal ordu mu olur?

Ruşen Çakır: Peki, burada, tam bu noktada bir şey sormak istiyorum. Şöyle bir akıl yürütüyorum, isabetli midir bilmiyorum, ama Ankara’nın, bu demin söylediğin ‘’SDG kendini feshetsin ve bireysel olarak Suriye ordusuna katılsın’’ formülünü, Öcalan'ın SDG'ye dayatmasını istediğini varsayıyorum ve Öcalan'ın da buna yanaşmadığını düşünüyorum. Çok mu komplo teorisi yapıyorum?
Çandar: Hayır, hiç komplo teorisi yapmıyorsun. Hemen senin de bildiğinden emin olduğum bir göndermeyle buradan hareket edeyim. İki Mayıs tarihinde, Abdullah Öcalan'ın birtakım kişilerle yaptığı bir telekonferans var. Onun zabıtları bir şekilde bazı kişilerin elinde. O zabıtlardan senin de haberdar olduğunu varsayarak söylüyorum. O zabıtlarda, Suriye konusunda 27 Şubat'ta Öcalan barış ve demokratik toplum çağrısını, yani PKK’nın feshedilmesi ve silahlı mücadeleye son vermesi çağrısını yaptıktan yaklaşık 2,5 ay sonra, PKK’nın kendisini feshettiği ve silahları bırakacağını açıkladığı kongreden iki, üç gün önce, orada lafı Suriye'ye getiriyor. “Suriye'de Ahmet eŞ-Şara size ne olacağınızı belirlemeden, bu konuda yasalar çıkmadan, anayasada yeriniz belli olmadan silahları bırakmak yok” diyor. Bunu açıkça söylüyor. Bu Türkiye'de çok tartışma konusu oldu. ‘’Öcalan'ın PKK'ya silah bıraktırması bütün bileşenlerini de bağlar; yani İran’a ilişkin olarak PJAK, Suriye'ye ilişkin olarak YPG, YSDG gidip Şam’a silahlarını teslim etmelidir’’ diye. Şimdi böyle bir durum yok. Bu, Türkiye'de tartışma konusu oldu. Türkiye ile Suriye aynı durumda değil. Türkiye bir devlet, işi bir şekilde bir sürecin içine sokmuş. O süreç adım adım gidiyor. Suriye'de daha devlet yok ortada. Ordu yok. Siz neyi istiyorsunuz? Şam'da bir yapı var. O yapının içinde, en üst düzey General, Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanı, eski HTŞ'li, eski Ahrar’uş Şam’lı, eski Ceyş’ül İslam’lı, El-Kaide, IŞİD bağlantısı olan ne kadar Selefi örgüt varsa, savaş suçları işledikleri, terörist oldukları için hâlâ orada burada aranan 22 şahıs var. Aralarında, Uygurların Türkistan İslam Partisi diye bir örgütü var. Çin o yüzden hâlâ mesafeli, açık kart vermiyor, tanımıyor Şam'daki rejimi. Türkistan İslam Partisi'nin yöneticileri Tuğgeneral rütbesiyle oraya buraya yerleştirildiler ve bu ordu gitti Lazkiye'de, Tartus'ta binlerce kişiyi kesti. On üç Temmuz'da 2 bine yakın Dürzî kesti. Şimdi siz gideceksiniz buna, ‘’al silahlarımı, ben sana katıldım. Ne yaparsan yap’’ diyeceksin. Böyle bir şey olabilir mi? Böyle bir şey anlatılabilir mi? Böyle bir şeyin olabileceği düşünülebilir mi? Abdullah Öcalan'ın Kürtlere bunu önermesi beklenebilir mi? Yani akıl var, izan var, mantık var.
Dikkat ederseniz, teslimiyetle entegrasyon aynı şeyler değil. Siz Kürtlerin Şam'a teslimiyetini istiyorsanız, olmaz. Entegrasyonunu istiyorsunuz. Doğru. Zaten 10 Mart mutabakatı entegrasyondan bahsediyor ve onun için de komiteler kurulması öngörülmüştü ve nitekim görüşmeler yapılıyor. Birkaç kez Şam'a gidildi gelindi. Az önce benim ismini verdiğim Foza Yusuf, gidenlerden biriydi. İlham Ahmet görüşüyor. Daha şunun şurasında 10 gün önce 28 Ağustos günü, yani biz Erbil'deyken, özerk yönetimin dış ilişkiler sorumlusu İlham Ahmet temaslar yürütüyordu Şam'da. Halep'te iki önemli mahalle var. Şeyh Maksud ve Eşrefiye. Silme Kürt. Oradaki duruma ilişkin olarak askeri komiteler arasında görüşmeler yapılıyor. Zaten 10 Mart mutabakatında, 2025 sonuna kadar bu entegrasyon işinin halledilmesi öngörülüyordu. Dolayısıyla, bir entegrasyon söz konusu olacaksa, Kürtler silahlı güçleriyle Suriye ordusuna entegre olacaklar. Silahlarını teslim edecek değiller. Entegrasyonla ilgili tartışmayı da Erbil'deki görüşmelerde öğrendim. Şam yönetimi, “Tümenler hâlinde dağılın” diyor. Onlar da, “Hayır, biz bulunduğumuz bölgede kolordu konumunda Suriye ordusunun bir parçası olalım” diyor. Bir sürü teknik ayrıntı var, ama teslimiyetle entegrasyonu birbirine karıştırarak katarsak, Türkiye'den gelen açıklamaları anlamlandırmak da çok zor olur.
Tekrar Abdullah Öcalan’a bir gönderme yaparak cevabı tamamlamış olayım. Benim 2020 yılında İngilizce çıkan kitabımda alıntılarıyla var. Geçenlerde Feti Yıldız'ın masasının üstünde fotoğrafı gözüken İmralı Notları adlı kitapta da var zaten şimdi söyleyeceğim şey. 2013-2015 arasındaki çözüm süreci sırasında Sırrı Süreyya Önder, Abdullah Öcalan’a, “Cumhurbaşkanı’yla görüştüm. Sizinle birçok konuda mutabakata vardığını söylüyor. Yalnız Suriye konusunda farklı. Suriye konusunda, Kuzey Irak'takine benzer bir Kuzey Suriye oluşumunu kabul edemeyiz ve bu kırmızı çizgimizdir” dediğini naklediyor Öcalan'a. Öcalan da, “Peki, söyle Cumhurbaşkanı’na, Suriye'de Kürtlerin merkeze asimilasyonuna izin veremeyiz. Bu da bizim, benim kırmızı çizgimdir” diyor. Şimdi biz hâlâ, 2025 yılının Eylül ayı itibariyle 2015'teki aynı durumun pozisyonları üzerinde duruyor ve Kürtler bakımından, Türkiye devlet dili olarak ya da iktidar dili olarak aynı şekilde konuşmaya devam ediyoruz. Bu dili değiştirmek lazım. Ve kestirmeden bir şey söyleyeyim. Çünkü ben bu konuda Meclis’te, ikisi ya da üçü genel kurul konuşması, ikisi bütçe olmak üzere tam beş kez konuştum. Orada söylediğimi şimdi daha slogan hâlinde söyleyeyim. Kıbrıs Türklerini biz Türkiye'de nasıl görüyorsak, Suriye Kürtlerini de öyle görmeliyiz. Nasıl Kıbrıs Türkleri bizim soydaşlarımızsa, bizim vatandaşlarımızın soydaşlarıysa, eğer biz Türkiye'de Kürtlerin varlığını, haklarını, eşit vatandaşlık haklarını kabul ediyor ve onların kardeşlerimiz olduğunu söylüyorsak, o zaman, Suriye Kürtleri de bizim kardeşlerimizdir. Tıpkı Kıbrıs Türkleri gibi. Dolayısıyla Suriye'de bir yol yordam bulunacaksa, Türkiye'deki iktidar ne yapıp edip, Ahmet eş-Şara'yla ki Ahmet el-Şara buna çok ters bir adam değil, Ahmet el-Şara ile SDG arasında, Suriyeli Kürtler arasında, Suriyeli Kürtlerin de hamisi konumuna girerek bir mutabakat sağlamalıdır, ki Türkiye İsrail'e alan bırakmasın. İsrail'den çekiniliyor ya. O zaman sen devreye gir, sen hallet meseleyi.

Ruşen Çakır: Biliyoruz ki Dürzîlerin en azından bir kolu İsrail'le bir tür ortaklık yaptı. Süveyda çatışmalarında gördük. İsrail müdahil oldu. Ama Kürtler söz konusu olduğunda, bazı İsrailli yetkililerin Kürtler hakkında söylediği pozitif birtakım mesajlar dışında ortada somut bir şey var mı, açıkçası bilmiyorum. Ama sürekli olarak Öcalan’ın görüşme notlarında da hep görüyoruz. İsrail'in, Suriye'de genel olarak Kürtleri, PKK hareketini, ama özel olarak Suriye'deki Kürtleri kullanma, yönlendirme ihtimalinden bahsediliyor. Böyle bir ihtimal sahiden var mı?
Çandar: Var tabii, olmaz olur mu? Siz İsrail'de Tel Aviv'de oturun ve dünyaya Tel Aviv'den bakın. Etrafınız bir Arap denizi, Müslüman denizi. Ve siz bu denizde, koca bir Batı sisteminin de oradaki uzantısı olarak var olmaya çalışıyorsunuz. Var olmak için de bu Arap Müslüman denizinde, Müslüman alanını ve Arap alanını ne kadar zayıflatırsanız, kendinize o kadar imkân sağlarsınız. İran Arap değil. İran, direniş ekseni olarak İsrail'i çevirme hâlindeydi, ağır darbeler yedi. Şimdi karşısına Türkiye çıkıyor.  Türkiye, kendiliğinden bir güç merkezi ve Müslüman dünyanın da bir unsuru olarak İsrail'in karşısında var oluyor. İsrail ne yapmak ister? Türkiye'yi zayıflatmak ister. Nereden zayıflatmak ister? Türkiye nereden zayıflatılabiliyorsa onun üstünde oynamak ister. Bunun içine Kürtler giriyor mu? Evet, giriyor. İsrail Kürtler üzerinden oynamak ister elbette. Bu oyuna teşne olan Kürtler yok mu? Var. Yani sosyal medyayı açtığınız zaman, Abdullah Öcalan'a, DEM Parti'ye, hatta PKK'ya ağır saldırılarda bulunuyorlar: ‘’Siz ne yapıyorsunuz, çıldırdınız mı? İsrail bizim yanımıza geliyor. Bize büyük imkânlar sağlayacak. Siz nasıl İsrail'e karşı çıkıp Türkiye ile aynı safta görüntü verirsiniz?’’ diyerek, Abdullah Öcalan'a, DEM Parti'ye, giderek PKK'ya ağır hakaretler var. Dolayısıyla İsrail'in Türkiye'yi zayıflatmak, Türkiye'yi zayıf tutmak, Suriye'yi parçalamak, bölmek hesapları elbette var ve Kürtleri bunun için araç olarak kullanma hesabında bulunabilirler. Ben bunların ayırdında olan birisi olarak ve bunların pekâlâ ciddiye alınması gerektiğinden hareketle diyorum ki: İsrail'in altından halıyı biz çekelim. Söylediğim formülle çekelim. Kıbrıs Türkleri neyse Suriye Kürtleri odur bizim için. Onun hamisi olalım. Şam yönetimiyle Suriyeli Kürtler arasında o himaye üzerinden bir ortaklık, entegrasyon sağlayalım ve çözelim. Suriyeli Kürtleri İsrail'e doğru itmeyelim. İsrail onlara doğru gitmek istiyor çünkü. Niye itelim? Buna ne gerek var?
Az önce Dürzîlerden bahsettim. Dürzîlerde biraz farklı bir durum var. İsrail'in bir Dürzî nüfusu var. İsrail'in Dürzî nüfusu, İsrail'in Yahudi olmayan nüfusu içinde askerlik yapma hakkına sahip olan tek kesimdir. Mesela, İsrail vatandaşı olan Filistinliler, Filistin Arapları, askerlik yapamazlar. Parti kurabilirler, Knesset'e girebilirler, meclise, seçimlere katılabilirler ama silah verilmez onlara, askerlik yapamazlar. Dürzîlerin öyle bir hakkı var. O Dürzîler İsrail'in kuzey bölgelerinde yaşıyorlar ve bitişiği Golan. Golan'ın nüfusunun büyük çoğunluğu da Dürzî’dir. Yani Suriye toprakları olan Golan'ın nüfusu da Dürzî’dir. Onun da bitişiği Süveyda da Suriye'nin Dürzî bölgesi. Orada bir soydaşlık durumu var. Ve Şam rejiminin bu mezhepçi, Selefi, katliamcı politikası nedeniyle, İsrail'le işbirliği yapmaya teşne olan Dürzî liderler sahneye çıktı ve onların ellerini güçlendirdi Şam'daki rejim. Aynı durumu Kürtler için yapmayalım diyoruz. Ama eğer Kürtlerle Şam arasında bir mutabakat sağlanırsa, bir entegrasyona doğru giderse, Şam-Kürt ekseni Dürzîleri de kendine çeker, İsrail'e bırakmaz. Türkiye'nin yapması icap eden, Kürtleri sürekli İsrail'in piyonu gibi, onların ajanı, onların oyuncağı gibi görmekten ve göstermekten vazgeçip, onları, bizim eşit vatandaşlarımızın, Devlet Bahçeli'nin sürekli ta Malazgirt'e gönderme yaparak altını çizdiği o kardeşliğin Suriye'deki uzantıları olarak görüp, onlarla Şam arasındaki mutabakatın sağlanmasında bizzat rol oynamaktır.

Ruşen Çakır: Son olarak şunu sormak istiyorum. Geçenlerde biliyorsun AK Parti sözcüsü Ömer Çelik Suriye'de âdem-i merkeziyetçi bir yönetimin, bir terör devleti olacağını ve izin vermeyeceklerini söyledi. Tabii ki kuzeydoğuyu kastediyor esas olarak, Bu benim aklıma, 1990 başları, 80 sonlarını, tam senin konun olan Irak Kürtleri ve Kürdistan bölgesel yönetiminin şekillenmesini getirdi. O zaman da Türkiye'de çok büyük itirazlar vardı biliyorsun. Irak'ta bir federasyon ya da adı her neyse, Kürtlerin kendi kendilerini yönetme ihtimaline karşı çok büyük bir karşı kampanya ve hatta engelleme çabaları vardı. Ama aradan geçen zaman içerisinde, şu anda Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasında çok yoğun siyasi, stratejik ve ekonomik ilişki var. Şimdi o ayrı, bu ayrı mı, yoksa eninde sonunda aynı olaydan mı bahsediyoruz?
Çandar: Benzer bir durumdan bahsediyoruz açıkçası. Çok isabetle sen de bir hatırlatma yaptın. Geçen hafta birlikteydik Erbil'de. Biz Erbil'de Süleymaniye'de, Duhok'ta, Zaho’dayken, Viyana'da, Paris'te, Londra'da gibi mi hissediyoruz kendimizi? Yoksa Şırnak'ta, Cizre'de, Diyarbakır'da, Mardin'de, Van'da hissediyor gibi mi hissediyoruz? Bazılarımız Kürtçe bilmiyor tabii, tamam, ama coğrafyasıyla, insan davranışlarıyla, kültürüyle, davranış kalıplarıyla kendi alanımızdayız ve senin de hatırlattığın gibi o kadar düşmanca cümlelerin hedefi olmuş olan Irak Kürdistan'ı, bugün ekonomik olarak, siyasi olarak, kültürel olarak, hatta istihbarat olarak, Türkiye'nin en yakın müttefiki durumunda. Şimdi iş Suriye'ye gelirse, Ömer Çelik'in söylediğinin maalesef zemini yok. Niye yok? Suriye eğer merkeziyetçilikle dikiş tuttursaydı, 14 yıl iç savaş yaşamazdı. Suriye'nin o kaskatı totaliter merkeziyetçilikle geldiği nokta dağılma hâlidir, iç savaştır. Şimdi sen Baas elbisesinin yerine İslami bir libas giyerek, ama aynı mekanizmaları, aynı totaliter yapıyı, aynı bakış açısını devam ettirerek Suriye'ye hükmedeceğini zannediyorsan, olmaz. Onun için, merkeziyetçi, totaliter bir Suriye'nin yerine, âdem-i merkeziyetçi ve Suriye'yi meydana getiren bütün unsurların Şam'da bir şekilde temsil edilebildiği sihirli bir formül bulmak lazım. Aksi takdirde Suriye dikiş tutmaz.
1516'da Osmanlı topraklarına katıldığı andan itibaren Suriye diye bir yer yoktu. Halep vilayeti vardı, Şam vilayeti vardı. Öyle bir alandı orası. Filistin toprakları da oraya dâhildi. Orada kim yaşıyordu? Araplar yaşıyordu, Dürzîler yaşıyordu, Kürtler yaşıyordu, Nusayri Aleviler yaşıyordu, Hıristiyanlar yaşıyordu. Bunların hepsi Osmanlı tebaasıydı. ‘’Suriyelilik’’ diye bir kimlik yok ki. Suriye o çok altı çizilen, üstünde durulan Sykes-Picot modelinin yansımasıdır. Ve ancak o Suriye hâliyle, ayakta durabilmesi, çok katı bir merkeziyetçi totaliter yapıyla mümkün olur sandı. Sonu, görülmemiş bir iç savaş. Ülkenin nüfusunun yarısının mülteci hâle gelmesi, 1 milyona yakın insanın hayatını kaybetmesi ve ülkenin fizik olarak da, toprak olarak da her bakımdan şu andaki darmadağın hâle gelmesi. O yüzden, bu tür totaliter merkeziyetçilik Suriye'de mümkün değil. Dolayısıyla, Türkiye'yi yöneten irade ve Türkiye'nin karar vericileri, zihin kalıplarını 180 derece değiştirip âdem-i merkeziyetçi bir formül bulmalı. Bunun sınırları, kalıpları, içeriği, yapısı ne olur, o ayrı mesele. Onu Suriyeliler kendi aralarında halleder. Türkiye de yardımcı olabilir onlara. Ama âdem-i merkeziyetçi bir yapı olmadan, Suriye totaliter merkez gibi bir yapıyla dikiş tutmaz. O, savaşa davet demektir.

Ruşen Çakır: Çok teşekkürler, Cengiz Çandar, yayınımıza katıldığın için. Çok sağ ol. DEM Parti Diyarbakır Milletvekili, gazeteci Cengiz Çandar'la Suriye'yi konuştuk. ‘’Çözüm teslimiyette mi, entegrasyonda mı?’’ sorusunu tartıştık. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler. 



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
14.09.2025 Öcalan’ın Demirtaş’a, Demirtaş’ın Öcalan’a, sürecin her ikisine ihtiyacı var
12.09.2025 Habertürk ve Show TV’ye ne oldu?
11.09.2025 Gürsel Tekin’in yaptığı en büyük hesap hatası
11.09.2025 Özgür Özel’den Kılıçdaroğlu’na çağrı: “CHP’nin kayyumlarla yönetilemeyeceğini açıklamalı”
10.09.2025 CHP bölünür mü? CHP bölünsün mü?
10.09.2025 Prof. Mehmet Gürses ile söyleşi: ABD’nin Türkiye sevdası ve Kürt mecburiyeti
09.09.2025 Cengiz Çandar ile söyleşi: Suriye için çözüm teslimiyet mi, entegrasyon mu?
09.09.2025 Erdoğan CHP’ye bir dava hediye etti
08.09.2025 Gürsel Tekin’i dinlerken…
08.09.2025 Erdoğan’ın hayalindeki CHP’de Gürsel Tekin’e düşen rol
14.09.2025 Öcalan’ın Demirtaş’a, Demirtaş’ın Öcalan’a, sürecin her ikisine ihtiyacı var
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı