Haftaya Bakış (287): Ünlülere uyuşturucu gözaltısı, Demirtaş tahliye olmadı, Gazze ve iç politika

10.10.2025 medyascope.tv

10 Ekim 2025’te medyascope.tv'de yaptığımız Haftaya Bakış’ı yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘Haftaya Bakış’la karşınızdayız. Kemal Can'la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.
Kemal Can: Merhaba, Ruşen.

Ruşen Çakır: Önce istersen şu uyuşturucu operasyonunu konuşalım. Ben bu sabah yaptığım yayında https://medyascope.tv/2025/10/10/rusen-cakir-yorumladi-unlu-olma-sucu/ o konuyla ilgili içimi döktüm. Çok rahatsız edici bir şey. Bu haber ilk önüme geldiği zaman yayında da söyledim; aklıma şu geldi: Bir torbacı yakalanmış, torbacı da meşhur müşterilerinin adını vermiş ve operasyon yapılmış. Çünkü bu ünlülerin uyuşturucu kullanması çok şaşırtıcı bir şey değil. Daha önce de defalarca oldu böyle bir şey, biliyoruz. Ama burada her şey bir acayip. Gözaltı değil diyorlar, sabahın köründe evlerine gidiyorlar. Soruşturmada gizlilik kararı var. İnsanlar saatlerce orada kan tahlili için bekletiliyor. İçlerinde bir lohusa kadın da var. Ve bu, uyuşturucu operasyonu diye verildi. Sanki bir gemide bir ton kokain yakalanmış gibi verdiler. Ve işin ilginç tarafı, içlerinde hayatında sigara bile içmediğini söyleyenler var. Mesela lohusa kadın uyuşturucu mu kullanıyormuş? Bir de, kullanıyorsa da ne olacak? Bunları böyle göstere göstere yapmak nedir? Tabii birçok yorum var. Ben yayında şunu söyledim; Türkiye bir uyuşturucu merkezi gibi bir hâle döndü. Sürekli birtakım şeyler var ve uyuşturucu acayip yaygınlaştı Kemal, biliyorsun. Sen de duyuyorsundur. Uyuşturucu kullanım yaşı çok küçük yaşlara indi ve değişik kategorilerde uyuşturucular tüketiliyor Türkiye'de. Yani parası olan kokain alıyorsa, en alttakiler daha uyduruk ve daha tehlikeli uyuşturucular kullanıyor. Okullarda, şurada burada kullanıldığı söyleniyor. Böyle bir olayı sanki uyuşturucuyla mücadele ediyormuş gibi yaptılar. Bir de Jandarma yapıyor operasyonu, daha önce bir iki operasyonda da oldu bu. Sanki kırsal kesimde oluyormuş gibi bir şey. Ne diyorsun?
Kemal Can: Senin yayınını izledim. Birkaç yönüne değindin zaten, şimdi de söylediğin gibi. Eğer uyuşturucuyla mücadele diye bir mesele varsa, bununla ilgili zaten çok sayıda mücadele edilmesi gereken ve aslında mücadele edilmediği, hatta bir biçimde kollandıkları düşünülen pek çok hadiseyi haber olarak duyduk. Hatta bu konuda çok kuvvetli bir mücadele olmadığını, bir sürü uluslararası uyuşturucu baronunun Türkiye'ye geldiğini, işlerini buradan yönettiğini, bazılarının vatandaşlık başvurusu yaptığını, hatta vatandaşlık aldığını okuduk. Çeşitli meslektaşlarımız bu konuda haberler yaptılar. Dolayısıyla, uyuşturucu ile mücadele diye bir kamuoyu oluşturulacaksa ya da bu konuda bir mesele olduğuna dikkat çekilecekse, yapılacak çok iş var. Ama zaten senin dediğin gibi, bu konudaki boşluğu gidermek için, sanki dostlar alışverişte görsün, birkaç ünlüyü işin içine katalım, dolayısıyla bunun haber değeri de olur, gürültüsü de çıkar diye böyle bir şey yapılmış olabilir. Bu, işin bir tarafı.
Ama ben, bu hadisenin bununla sınırlı olmadığını, başka şeylerle birleştirdiğimiz zaman başka bir atmosferin ürünü olduğunu da düşünüyorum açıkçası. Sen de bugünkü yayınında küçük biçimde ona da temas ettin. Yani kıyafetlerden şarkı sözlerine, dizi senaryolarından başka meselelere kadar, popüler alandaki pek çok insanı tedirgin eden, durumundan, yapacaklarından, söyleyeceklerinden endişe eder hâle düşüren pek çok gelişme yaşanıyor. En çarpıcılarından biri Ayşe Barım hadisesi. İhbar edenin bile niye ihbar ettiğini bilmediği ve onu tanımadığını söylediği birisi, aylardır hapiste yatıyor. Galiba şimdi de ciddi bir ameliyat geçirmekle yüz yüze. Ciddi biçimde sağlık sorunlarıyla boğuşuyor. Bu tür hadiseler, daha önce de yine Ayşe Barım'ın tekrar tutuklanma haberi üzerine yaptığımız yayında da söylediğimiz gibi, böyle birtakım ibret davaları, ibret operasyonları, ibret soruşturmaları şeklinde önümüze geliyor.
Burada hadise şu bence: Herkesin tehdit altında olduğu düşüncesinin, ki bu tehdidi şu anlamda söylüyorum: Soruşturulma, kovuşturulma, gözaltına alınma, tutuklanma, hatta aylarca iddianamesi hazırlanmadan hapiste tutulma tehdidiyle karşı karşıya olduğu bir düzenek kurulmuştu. Ve bunun etkili olmaması, insanları etkilememesi imkânsız. Hatta sen, “Onlara bunu yapıyorlarsa, bana neler yaparlar” demiştin. Sıradan insanlar da bundan bir pay çıkartıyorlar. Bu yüzden bunlar ibret davaları.
Şimdi adına hukuk dediğimiz ya da yargı sisteminin içerisinde cereyan eden, ama konunun hukukla hiç ilgisi olmayan acayip bir atmosfer var. Bir tarafta büyük bir cezasızlık ve kollama hadisesi yaşanıyor. En çarpıcılarından birini bu vesileyle de hatırlatmış olalım. Bugün 10 Ekim ve Türkiye'nin en önemli katliam saldırılarından biri olan Ankara Gar katliamının da 10. yıldönümü. O yıldönümü dolayısıyla çeşitli arkadaşlarımızın yaptığı haberlerde de net biçimde gördüğümüz gibi, devletin kendi raporlarında açık ihmal görülmesine rağmen doğru dürüst soruşturulmayan, takibi yapılmayan şeyler var. Birkaç gün önce, birtakım uyuşturucu çetelerinin iç mücadelesi gibi yansıtılan bir cinayet yaşandı İstanbul'da. Yine o hadisedeki birtakım güvenlik boşluklarının, tuhaf çelişkilerin haber olduğunu görüyoruz. Yani bir yandan, tabir yerindeyse işini yapmayan, işini savsaklayan, hatta işini ihmal eden bir güvenlik düzeni varken, çetelerin cirit attığı, herkesin yaptığının yanına kâr kaldığı bir düzen işlerken, bir yandan da, hakikaten suçu ne olduğu anlaşılamayan, uyduruk, gerçekten var olup olmadığı bile belirsiz birtakım iddia, ihbar, ifade gibi gerekçelerle insanların sabahın köründe gözaltına alınması, kapılarına jandarmanın, polisin dayanması, saatlerce karakollarda bekletilmesi, senin söylediğin gibi afişe edilmesi, damgalanması, etiketlenmesi, medyada birtakım hevesliler tarafından hedefe konulması gibi pek çok şeye muhatap oluyorlar ve bu herkes için her an mümkün olan bir şey hâline gelmiş durumda.
Şimdi bunun yarattığı çok kuvvetli bir atmosferle yüz yüzeyiz. O yüzden ben yine bu olay vesilesiyle, yine gündeme gelen… Bu ‘’gündem değiştirme’’ lafına da bir itirazımı belirtmek istiyorum. Evet, elbette senin söylediğin gibi, uyuşturucu meselesinde yetersizliği kapatmak için, bir gündem kurmak için de olabilir ya da iktidarın başını ağrıttığını düşündüğü gündemi değiştirmek için de böyle bir şeye yol verdiği söylenilebilir. Ama bu tür vakalara ‘’gündem değiştirme’’ demek, şöyle bir sonuç da doğuruyor: Sanki bu meseleler önemsiz meseleler, uydurma şeyler, hiç üzerinde durulmaması gereken şeylermiş gibi bir muamele görüyor. Yani gündem değiştirme denilince böyle anlaşılıyor. Ama çocuğunu emzirmek zorunda olan bir annenin sabah 6.30'ta alınıp karakolda 14 saat tutulması, kocasının ona süt pompası getirerek sütü alıp çocuklarına yetiştirmesi gibi bir tabloya baktığımızda, acaba o insanlar için bu gündem değiştirme mi, yoksa herkes için ciddi bir gündem mi? Evet, bu meseleler başka şeyler için kullanılıyor olabilir. Gündemi doldurmak için kullanılabiliyor, ama bu gündemin böyle doldurulması da kendi başına bir gündem meselesi aslında. Yani yargının, polisin, jandarmanın, mahkemelerin böyle işler için kullanılıyor olması kendi başına bir gündem zaten. O yüzden, bütün bunlar karşısında hemen, “Efendim gündem değiştiriliyor” deyip, bunlar sanki konuşulmaya değer değilmiş gibi muamele yapmak bu tür şeyleri normalleştiriyor. Yani bu hiç hayırlı bir şey değil. Bu yaşanan normal değil ve bunun karşısında da, bunun normal olmadığını söylemek gerekir. “Efendim, boş verin bunu. Bunlar hep gündem değiştirmek” deyince işi önemsizleştiriyoruz. Buna ciddi bir itirazım var. Çünkü hak, hukuk, adalet, böyle alakart menü gibi seçilerek, kendi içinde bir hiyerarşiyle ele alınacak bir mesele değil. Yani hak, hukuk, adalet talebi, her durumda, her yerde ve herkes için istenildiğinde bir anlam ifade ediyor. Dolayısıyla, en ünlüsünden, en sıradan insana kadar hiçbir hukuki güvencesi olmayan, hukuk ve devlet karşısında, hukuk demeyelim de, yargı ve devlet karşısında korumasız kalmış insanlar topluluğunun sağlıklı siyasi sonuçlar üretebilecek bir toplum hâlinde yaşaması çok zor. Dolayısıyla, bunu mesele etmek gerekiyor. Bunlar gündem maddeleri, önemli gündem maddeleri, tıpkı diğer önemli gündem maddeleri gibi.
Ama bu konudaki meselenin çeşitli yan sebepleri olmakla birlikte, genel atmosferle çok bağı olduğunu düşünüyorum. O da, bu söylediğim şey. ‘’Kimse, devlet karşısında ve devletin yapabilecekleri karşısında herhangi bir kurumsal, ahlaki, kategorik, kavramsal savunmaya sahip değildir’’ hissi herkes için geçerli hâle geldi. Bu, bir partinin genel başkanı için de, bir metropolün belediye başkanı için de, bir popüler sanatçı için de, herkes için de geçerli. Herhangi bir gerekçe bile göstermeden, gerekçenin sağlıklı, sıhhatli, makul ve kabul edilebilir olup olmadığı tartışma dışı olarak, insanlık, insaf ve yazılı hiçbir kurala uyma gereği duymayan yöntemlerle bu insanların rahatsız edilmesi, teşhir edilmesi ve çok ciddi biçimde zulme uğramaları… Hatta bu insanlar ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalacaklardır. Bu bir bütün. Dolayısıyla, bu meseleye de biraz böyle bakıyorum. Muhtemelen önümüzdeki dönemde böyle şeyleri görmeye devam edeceğiz ve her böyle şeyleri görmeye devam ettiğimizde, ‘’Daha önce de bunlardan gördük. Artık böyle bu işler’’ deme noktasına çekilmemek ve mesele etmeye devam etmek gerekiyor. Çünkü bu daha büyük bir şeyin parçası bence. Gündem değiştirmenin basit bir aracı olmasının ötesinde, hepimizin mesele etmesi gereken ve asıl tartışmamız gereken büyük meselenin önemli bir parçası diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Kemal, bugün Halk TV'nin web sayfasında Uğur Ergan, Ankara kulislerindeki Öcalan iddiası ile ilgili bir yazı https://halktv.com.tr/makale/ankara-kulislerindeki-ocalan-iddiasi-978530 yazdı ve mealen, Selahattin Demirtaş'ı Öcalan’ın serbest bıraktırmadığını söyledi. Özetle bunu söyledi. Ama bunu -mışlı söylüyor. Yani doğrudan bir duyumu yok. Öcalan’ın İmralı’daki bir görüşmede böyle dediğini söylüyor. Biliyorsun, artık bir süredir görüşmelerin notları sızamıyor. Belli ki tedbir aldılar. Not tutuluyor anlaşılan, ama artık sızmasına izin vermiyorlar. Bir şekilde tıkadılar onu. Ama tabii ki orada konuşulanların bir şekilde aktarılması ihtimali hep var.
Uğur'un bu yazısına, DEM Parti'den çok net ve sert bir açıklama geldi. Sert diyorum, ama olabildiğince yumuşatmaya çalışmışlar. Bunun hiç alâkası olmadığını söylediler. Ama her halükârda Selahattin Demirtaş 8 Ekim’de çıkamadı. ‘’Çıkacak mı? Ne zaman çıkacak? AİHM bundan sonra ne yapacak? AİHM’in yaptığından sonra Ankara ne yapacak?’’ gibi tartışmalar bir yana, herhalde sen de katılırsın, ben baştan itibaren “AİHM bir yerden sonra çok önemli değil. Erdoğan isterse Demirtaş çıkar. Erdoğan istemediği için çıkmıyor’’ diyorum. ‘’Erdoğan niye istemiyor?’’ meselesinde Öcalan faktörü var mıdır emin değilim. Ama sonuç olarak, varsayalım ki Öcalan, ‘’çıkmasın’’ dese dahi, Erdoğan çıkartmak istiyorsa çıkartırdı.
Sonuçta, olay sürece düğümleniyor. Çünkü sürecin halkla ilişkiler ayağı çok ciddi bir şekilde sorunlu farkındaysan. Yani insanlar çok ilgili değil, güvenmiyorlar. Hele Öcalan'la ilgili olan şeyler çok tepki topluyor. Mesela şimdi Meclis komisyonunun İmralı’ya bir heyet gitme ihtimali tartışmasında, ki gidecek mi, gitmeyecek mi bilmiyorum, herhalde gidecektir, ama bir referandum yapılsa muhtemelen çok güçlü bir şekilde ‘’gidilmesin’’ çıkacaktır. Böyle bir durumda Demirtaş çok farklı birisi olabilir. Çıksaydı çok daha etkili olabilir. Ama Erdoğan onun yaratacağı etkiyi herhalde istemiyor diye düşünüyorum. Sen ne dersin?
Kemal Can: Senin söylediğin ‘’Erdoğan isterse çıkar’’ meselesini biz iki üç kere Trump'tan dinledik zaten bildiğin üzere. Trump, Erdoğan'la her görüşmesinde Rahip Branson hadisesini neredeyse defaatle tekrar ederek, bize ‘‘Erdoğan isterse böyle şeyleri yapabiliyor’’ bilgisini verdi. Buna da en azından onun nezdinde itiraz ettiğini görmedik Erdoğan'ın. Burada, bir hukuk devleti olduğunu tekrar eden bir Adalet Bakanı var. Erdoğan da bazı meselelerde, “Bu yargının işi” diyor, ama en azından Trump defalarca bunu söylerken, onu düzeltme ihtiyacı duymadığından, bu yapabilirlikten memnun olduğunu anlıyoruz.
Şimdi gelelim senin bahsettiğin meseleye. Ben şöyle düşünüyorum: Geçen yıl, yani 2024 yılının 1 Ekim’inde Bahçeli bir süreç başlattı. Malum, yine Meclisin açılış günü oldu her şey. DEM Parti sıralarına gidip onların elini sıktı. Daha sonra da bildiğimiz seri başladı. Hatta sürecin başlangıcında, ‘’bu çözüm meselesini nasıl adlandıracağız?’’ tartışmaları varken, ‘’1 Ekim süreci’’ lafı da kullanıldı. Dolayısıyla, 1 Ekim, 2024 yılının 1 Ekim’i öyle bir milat.
Şimdi, 2025 yılı 1 Ekim itibariyle gördüğüm resimde birkaç noktayı işaret edeceğim. İkinci bir 1 Ekim sürecinin başlama ihtimalinin belirdiğini düşünüyorum. Bu da Erdoğan'ın süreci. Biliyorsun, bir yıldır devam eden süreçte hep, “Erdoğan işin ne kadar içinde? Erdoğan’ın kafası yattı mı? Erdoğan'la Bahçeli arasında bir problem var mı? Devletle Erdoğan'ın siyasi hesapları ne kadar örtüşüyor?” soruları hep tartışılan konular oldu. Dolayısıyla, Erdoğan'ın sürece mesafesi konusu, şöyle ya da böyle hep gündemde kaldı ve Erdoğan'ın çeşitli zamanlarda yaptığı konuşmalarla, ‘’İşte şimdi sürece dâhil oldu, şimdi sahiplendi’’ filan gibi yorumlar da yapıldı. Ama ben, bu 1 Ekim'deki birkaç işareti birlikte düşündüğümde, Erdoğan'ın bu sürecin kontrolünü tamamen almak konusunda bir hamle yaptığını ya da bu hamleye kendisini hazır hissettiğini düşünüyorum. Yine seninle yaptığımız pek çok yayında tekrar etmişimdir. Pek çok yazıda ve başka yorumda da böyle şeyler söyledim. Erdoğan, bir yıldır sürekli olarak, bu sürecin kendi öncelikleri ve kendi siyasi bekası açısından nasıl faydaya döndürüleceği konusunda tereddütler yaşadı ve bence gelgitlerinin sebebi buydu. Bu sürecin ona nasıl fayda getireceği bir türlü kafasına yatmıyor ya da sürecin dolaylı faydasını beklemek yerine, sürecin doğrudan kendisine fayda getirecek bir formülle önüne getirilmesi, bütün tarafların da böyle davranması isteğini dayatıyordu ve bundan dolayı da zaman zaman pürüz çıkıyordu.
Şimdi bence, Erdoğan buradaki pasif bekleme hâlini ya da böyle nazlı aktör pozisyonunu bırakarak, daha aktif biçimde sürecin kontrolünü ele alma niyetinde görünüyor. Dediğim gibi, bunu, birkaç şeyi görerek söylüyorum. Bunlardan bir tanesi Amerika gezisi. Tom Barrack'ın söylediği ve Türkiye'de de çok tartışılan o meşhur ‘’meşruiyet’’ işi, daha önce de söyledim, iç politikaya ilişkin bir meşruiyet takviyesi değil. Yani kamuoyunda kaybettiği desteğin, siyasal desteğin, toplumsal rızanın yerine koyabileceği bir meşruiyeti Trump ona sağlayamaz. Trump'ın sağlayacağı meşruiyet, Gazze ve Suriye'de daha başka aktörler nezdinde bir başka pazarlık meşruiyeti. Tom Barrack’ın söylediği gibi, Trump bir şey vermeden, ona bu gömleği verdi. Yani bu cübbeyi üzerine giyme hakkını verdi. Laflarıyla verdi, verdiği resimle sağladı. Birincisi bu.
Bence Erdoğan oradan bunu aldığını düşünerek döndü. Gazze konusunu konuşurken onu biraz daha açarız. Dolayısıyla, artık kendisini bu anlamda daha güvende hissedip, sürecin kontrolünü alma konusunda atak davranmaya karar verdi. Bu, şu demek: Sürecin, doğrudan siyasi bir faydaya çevrilecek biçimde, tabir yerinde ise biraz daha kabalaştırılması demek. Çünkü Erdoğan’ın öncelikleri, öncelikle kendi iktidarının, kendi belirlediği biçimde devamını sağlayacak somut faydalar anlamındaki bir öncelikten bahsediyorum. Dolaylı faydalardan değil, doğrudan sürecin kendisine hizmet edecek hâle getirilmesi gibi bir meselesi var. Geçen sene 22 Ekim'de Bahçeli'nin söylediği gibi, “Bu süreç başarılı olursa, zaten Erdoğan tekrar Cumhurbaşkanı seçilir, bunda ne var?” dediği, herkesin, “Baklayı ağzından çıkardı,” dediği şey değil. Doğrudan sürecin ona göre tanzim edilmesi. Bence bunun ayaklarından biri, biraz önce senin işaret ettiğin gibi, Demirtaş'ın bırakılması işinin durdurulması. Burada Erdoğan'ın çok belirleyici bir rolü olduğunu düşünüyorum.
İkinci nokta ise, yine kulis haberlerinden öğrendiğimiz kadarıyla, biraz arkada yürüyen, bu komisyon çalışmaları veya siyasi gündemde çok fazla öne çıkartılmayan, ama Külliye’de yoğun bir mesaiye neden olan Anayasa tartışmaları ve hazırlığı aslında. Onun da epey ısıtıldığı ve sürecin, şimdi düzenlenecek birtakım yasal ayaklarıyla bir eşgüdüm içerisinde gündeme gelebileceği kulisleri. Dolayısıyla, bu üç şeyi birleştirdiğimde, yani Amerika'dan aldığı ‘meşruiyet’ ve anayasa meselesiyle, doğrudan kendisine dair bir operasyona dönüştürme süreci. Üçüncü olarak da, bu anayasa hazırlığı ve buradan ilhamla muhataplarını da sıkıştırmak ve DEM’i de buraya doğru daha fazla itmek için, onun bağımsız siyasi rolünü daha da baskılayabilmek için Demirtaş kararı. Çünkü Demirtaş kararı, sadece Demirtaş'ı serbest bırakmayarak onu bir aktör olarak devreye almamaktan öte, DEM’i de başka türlü bir zorlanmaya itmek demek. Bunun da sonuçlarını hemen görüyoruz zaten. DEM Parti, kendi içinden başlayarak, ciddi biçimde daha fazla sorunla karşılaşmaya başladı. Sen, “Sürecin iletişim sorunu,” dedin ama, sürecin iletişim sorununu herkes aynı biçimde yaşamıyor. Herkes hem kendi kamuoyuna, hem kendi dışındaki kamuoyuna karşı farklı farklı sıkıntılar yaşıyor, DEM daha da sıkışan bir pozisyona itiliyor. Bir başka faktör de şu: Komisyonun Öcalan ile görüşmesinde, Erdoğan hem muhalefeti çatlatma, yani hem CHP ile bu komisyon tartışmalarının önünde, daha önceki süreçte, 19 Mart sürecinin içerisinde yapamadığını, şimdi Öcalan görüşmesiyle bir daha tazeleme imkânını yakaladı.
Şimdi Erdoğan komisyona şöyle bir görev tevdi ediyor. Aslında bunu Bahçeli de söyledi. “Gidin Öcalan'dan Suriye için sağlam bir talimat alın. ‘SDG bizim dediğimizi yapsın ve Şara ile anlaşsın’ desin.” İkincisi de, bu Anayasa, yasalar meselesinde de daha açık ve net bir tutum alınsın. Dolayısıyla komisyonu, kendi talimatlandırdığı bir göreve doğru iterek CHP'yi de sıkıntıya sokuyor. Çünkü CHP, iddia edildiği gibi komisyona dâhil olduğu için çok hırpalanmadı aslında. Bir sürü yorumcu çok büyük iddialar ileri sürdüler. “Komisyona girmek ihanettir, şudur, budur” dediler. Çok öyle olmadı, kamuoyu da öyle algılamadı. CHP içinde de büyük bir gürültü çıkartmadı. Medyada kendi çıkardıkları rüzgârla kaldı.
Ama şimdi bu tazeleniyor. Öcalan görüşmesi ve komisyona bu tür bir görev bindirilmesiyle birlikte, iş yeniden tazeleniyor ve yeniden bir tartışma meselesi hâline geliyor. Dolayısıyla, CHP de burada tekrar sıkıntılı bir pozisyona itiliyor. Öcalan, kendi diyeceklerini anlatmak için komisyonun gelmesini istiyordu. Erdoğan ve Bahçeli'nin açıklamalarıyla şimdi iş birdenbire, “Komisyon gitsin, bizim istediklerimizi Öcalan'dan alsın’’a döndü. Şimdi hem komisyonun işlevi hem Öcalan'ın işlevi açısından da bu, sıkıntılı bir durum anlamına geliyor. Dolayısıyla bu, yeni 1 Ekim süreci açısından önemli bir parametre. Önümüzdeki günlerde, özellikle Demirtaş kararıyla bir başka çatışma aksı daha açmış durumda Erdoğan. O da, senin biraz önce işaret ettiğin habere zemin oluşturan, DEM tabanı içerisinde Öcalan-Demirtaş meselesi. Çünkü kamuoyunda öyle bir algı olduğu için, bu tür bir kulis bilgisi, bu tür bir yorum, bu tür bir değerlendirme… Bu, sanki bir duyum gibi haberleştirilmiş bir şey, ama bunu yorum olarak dile getiren, zaten böyle olduğunu kabul eden ya da söyleyen bir sürü insan var. Dolayısıyla, bu tür şeyleri köpürtüyor ve bu sebeple orada açık bir ikilem ortaya çıkıyor. Tıpkı, CHP içerisinde ‘’Acaba Özgür Özel ile İmamoğlu arasında bir şey olur mu?’’ gibi, Burada da, ‘Öcalan-Demirtaş meselesi yeniden kaşınır mı?’
Bütün bunlar bir araya geldiğinde, bir de, Suriye'de işlerin biraz karıştığı ortadayken, Amerika’dan alınmış meşruiyetin orada nasıl sahaya ineceğini henüz bilmiyoruz, bu ara dönemin, bence yeni bir süreci geliştirdiğini ve bunun, birinci süreç döneminden daha sıkıntılı bir dönem olduğunu, olacağını düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Neyse, şimdi aklıma gelenleri söylemeyeyim.
Kemal Can: Ben bu kadar şey söyledikten sonra sen ‘’Neyse’’ deyince…

Ruşen Çakır: Hayır, hayır yanlış anlama. Süreçle ilgili söyleyecek o kadar çok şey var ki. Zor iş ama umudumu hâlâ koruyorum diyeyim. Trump Nobel Barış Ödülü’nü alamadı biliyorsun. Ama ödülü alan Venezuelalı muhalefet lideri Maria Machado, ödülü Trump'a ithaf etmiş.
Kemal Can: Böyle bir formül bulundu demek ki.

Ruşen Çakır: Gazze'ye gelelim. Gazze’de ateşkes, çekilme başladı. Yani her hâlükârda dünden daha iyi bir durumdayız. Ama bu, anlaşmanın ilk aşaması şu anda. Umarım Filistinlilerin arzu ettiği şekilde gelişmeler olur. Ama ben hâlâ ne İsrail'e ne de Trump'a güvenemiyorum. Burada Türkiye, Mısır ve galiba Katar da öyle, garantör ülke oldular, sürece dâhil oldular. İbrahim Kalın Mısır'daki toplantıya katıldı ve o son pazarlığa dâhil oldu. Türkiye etkili bir şekilde yer alacak. Şimdi bu içeriye nasıl yansıyor? Açıkçası, çok büyük bir zafer havası yaratmıyor siyasi iktidar. Ya da yaratıyorsa ben mi kaçırdım? Çünkü onlar da herhalde İsrail'e de Trump'a da tam olarak güvenemiyorlar. Ama buradan gerçekten Filistinlilerin mutlu olduğunun kesinleşeceği bir sonuç çıkarsa, buna katkıda bulunan herkesin bunda olumlu anlamda payı olacak. Ama çok riskli bir şey. Açıkçası böyle bir şeye girmek, garantör olmak, bayağı bir risk almak demek. Sorun çıkma ihtimali daha yüksek geliyor. Ya da dönem dönem sorunlar çıkma ihtimali yüksek geliyor. Ben şu anda bunun iç politikada Erdoğan tarafından çok dillendirildiğini görmüyorum. Sen görüyor musun bilmiyorum. Ama olumlu haberler gelmeye başlarsa, yani Filistinlilerin memnuniyeti başlarsa, o zaman işin rengi değişecektir. Bana sanki biraz temkinli hareket ediyorlarmış gibi geliyor. Sen ne dersin?
Kemal Can: Evet. Erdoğan’ın bugünkü konuşmasında biraz o hava vardı. Böyle bir övünme, hatta bu vesileyle Özgür Özel'e de, “Bize özür borçlusun” mealinde açıklama yaptı.

Ruşen Çakır: Ben bugünkü konuşmasına bakamadım, bilmiyorum.
Kemal Can: Erdoğan'ın iç politikada kullanmak isteyip de kullanamayacağı bir malzeme olacağını düşünmüyorum. Eğer kullanmak isterse, her malzemeyi kullanmanın bir yolunu bulur. Bu Gazze meselesinde, Trump'ı Nobel almaya bile heveslendiren bir şey gibi, dünya kamuoyunda alınan sonuçlar değil de, en azından ateşkesin sağlanması anlamında somut sonuç itibariyle bir olumlu zemin var. Senin de söylediğin gibi, devamında çok sıkıntı çıkacak muhtemelen. Zaten çıkabilecek sıkıntıları öngörmek için çok da uzman olmaya gerek yok. Hem mevzular çok çetrefilli hem de muhataplar ve taraflar çok sorunlu. Çok güvenilir değil. Ama sonuçta, Türkiye hem bundan sonrasındaki o dörtlü mekanizmada, hem alanda olarak, üstelik neredeyse bizzat Gazze'de güç bulundurarak devrede olacak. Hem de bu görüşmeler sırasında Hamas'ı ikna sürecinde bir etkisi oldu İbrahim Kalın’ın gitmesi. Bunu da Trump'ın teşekküründen anlıyoruz. Dolayısıyla, burada, ‘Biz hem süreçte varız, hem devamında varız ve bizim buralarda olmamız ümmet için bir güvencedir. Filistinliler için bir güvencedir’ diye…

Ruşen Çakır: Kemal bağlantında, bir sorun oldu sanıyorum. Bir ara dondun Kaldığın yeri hatırlıyorsan oradan devam et.
Kemal Can: Nerede kaldığımı bilmiyorum ki.

Ruşen Çakır: Önemli değil. O zaman devam et.
Kemal Can: Dediğim gibi, Erdoğan bunu kullanabilir. ‘’Biz Hamas'ı ikna etmekte etkiliydik. Şimdi de orada etkili olacağız. Biz, önemli, dikkate alınan ve her sürecin içerisinde aktif olarak yer alan bir ülkeyiz ve onun da etkili lideri benim’’ havasını vermeye devam edecek bir vasat yakaladı. Ayrıca, bu Filistin meselesi, bu iktidarın da çok kolayca şov malzemesine dönüştürebildiği bir şey. Biliyorsun, organize eylemlerle filan bunu biraz sürüklediler. Hatta bu yardım filosu sırasındaki tuhaf şovları da izledik. Sahici, gerçekten oradaki probleme işaret etmek için oraya gidenlerle, oraya gitmesinin reklamıyla ilgilenenler arasındaki farkı çok net gördük. Dolayısıyla, çıkan resimden, çıkan sonuçtan, çıkma ihtimali olan sonuçlardan bir şeyler devşirip, bunu iç politikada kullanma konusunda, sağ popülizmin çok fazla enstrümanı, çok fazla aracı var. Erdoğan da bu konularda oldukça becerikli. O yüzden ben, iç politikada bu Gazze meselesinin bolca kullanılacağını, Amerika'dan temin edilen o ‘meşruiyetin’ alametlerinden biri olarak, ki demin söylediğim gibi, iç politika için bir meşruiyet takviyesi almadı. Ama dış politikada aldığı meşruiyet takviyesini bu tür dolaylı yollarla, şimdi Gazze'de alınan sonuçla, belki Suriye'de önümüzdeki günlerde değişen bir tabloyla başarı gibi gösterilebilecek bir sonuç daha alınırsa, bunları iç politikaya da bir takviye olarak taşımayı deneyeceğini düşünüyorum.
Burada önemli olan şu: klasik diplomasi ya da dış politika değerlendirmelerinde, Amerika gezisinde de olduğu gibi, ‘’Ne aldık, ne verdik? Somut hiçbir şey alamadık’’ filan gibi şeyler, çok haklı olarak temel değerlendirme kriterleri oldu. Ama genellikle, dış politikanın Türkiye'deki iç politikaya yansıması, bu somutluk üzerinden olmuyor. Tamamen sembollerle, birtakım özel göndermelerle oluyor.  Yani daha ideolojik çerçeveli, tabir yerindeyse, daha hamasetle yoğrulup başka bir ürüne çevrilerek iç politikaya yansıtılıyor. İç kamuoyu genellikle, ‘’Orada aslında ne aldık? CAATSA’da tıkanan nedir? F-35 meselesi nedir? gibi şeylerle ilgilenmiyor. ‘’Gitti, oradan bir resimle döndü. Peşinden Gazze'ye gitti, bilmem ne oldu’’ konusuyla ilgileniyor. Onlar bunu bu basitlikte taşıyabilirken, kalkıp klasik dış politika değerlendirmesinde, ‘İşte, bir şey yok, bir şey aldığı yok, dolayısıyla bir şey kazanamaz’ sonucunu çıkartmak için bence çok aceleci olmamak lazım. O yüzden sen bugünkü konuşmaya bir bak. Erdoğan işi hemen Gazze'den alıp, Özgür Özel'in kötü muhalefetine taşıyabildi. Yani daha Gazze'de hiçbir şey olmamışken, oradan alıp buraya bağlayabildi. Hele hele bir şeyler olursa, onu nasıl bağlayacağını kestirmek hiç zor değil.
Özetlersem, hem demin konuştuğumuz süreç için hem Gazze için şunu söylemem gerekiyor. Dünyada, bölgede ve Türkiye'de, eski dengenin devam etmeyeceği bir vasat oluştu. Bunun devam etmeyeceği anlaşıldı; yeni bir şey kurulmak zorunda. Bunun herkes farkında ve bunun sıkıntıları yaşanıyor. Kimilerine göre, zaten ne yapacaklarını biliyorlar. O tıkır tıkır işliyor. Kimilerine göre ise bunun mücadelesi sürüyor. Ben ikinci kanada daha yakınım. Buradaki asıl mesele, dünyada da, bölgede de, Türkiye'de de tam da burada kilitleniyor. Yani bir şeyler bitiyor, yeni bir denge kurulması gerekiyor. ‘’Bu yeni denge nasıl ve kimler tarafından kurulacak ve bu nasıl şekillenecek?’’ mücadelesi ise hâlâ açıktır. Dolayısıyla, buralarda somut netice kadar, tutulan pozisyonlar ve verilen resimler, verilen imajlar, buna algı da diyebilirsin, şu anda daha önde, daha belirleyici ve bunlar açıkçası Erdoğan'ın politika yapma tarzında çok daha kolay kullanabildiği şeyler. Tıpkı ekonomide olduğu gibi, bu konularda da onu zorlayacak şey, onun muğlâklık, belirsizlik ve sadece genel resimler ve hamaset dünyasından ürettiği bir persona parlatmasına karşı, reel olanı, gerçek olanı ve onun neden-sonuç ilişkilerini aynı çarpıcılıkta, aynı popülerlikte anlatabilmek ve muhalefeti buradan kurmaktır.  Bence önümüzdeki dönemin önemli meselesi bu olacak diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Kemal, bitirirken, ben demin yayına girmeden önce X'te bir soru sordum takipçilerime. Sana da sorayım, belki sen biliyorsundur. Gürsel Tekin ne oldu? Ne oldu?
Kemal Can: Bilmiyorum.

Ruşen Çakır: Sen de bilmiyorsan hiç kimse bilmiyordur.
Kemal Can: Önceden, iktidar yanlısı kanallar her gün çıkartıyorlardı. Bir şeyler söylüyordu hiç olmazsa. Yani bir biçimde gösteriyorlardı Gürsel Tekin’i, o da bir şeyler söylüyordu.

Ruşen Çakır: Unutturmamaya çalışıyorlardı diyorsun.
Kemal Can: Evet, canlı tutmaya çalışıyorlardı. Bir haftadır onu da bıraktılar. Yani orası da bıraktı. Gürsel Tekin’in ne yaptığı görünmediği gibi, ona bir şey yaptırma çabası da görünmüyor ortalıkta. Sadece, bugün bir şey olmuş. O tabii Tekin’le ilgili değil de, Bayrampaşa Belediyesi’nde CHP'nin kazandığı seçimi iptal etmişler. Galiba yeniden seçim olacak orada. 

Ruşen Çakır: Seçim olacak da işte… Neyse.
Kemal Can: Bu arada, şunlar da olacak büyük ihtimalle. Demin söylediğim gibi, Erdoğan’ın yeni süreç döneminin parçası, bu milletvekili transferleri ve muhtemelen önümüzdeki günlerde çıkacak iddianamelerle, 19 Mart sürecinin biraz daha sertleşmesine de yol açacak.

Ruşen Çakır: Herhalde iddianameler bekleniliyor, davalar bekleniliyor. Onları köpürtürler sanki diye düşünüyorum.
Kemal Can: Evet. Ama bu gibi şeyleri arttıracaklarını düşünüyorum. Hem belediyelerdeki işler hem de milletvekili transferleri konusunda biraz daha hareketlilik olacak gibi geliyor bana.

Ruşen Çakır: Bakalım, göreceğiz. Evet, noktayı koyalım. ‘Haftaya Bakış’ı burada tamamlayalım. İzleyicilerimize teşekkür edelim. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler.
Kemal Can: İyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
19.10.2025 DEM Parti’nin sürece hazırlıksız yakalandığı anlaşılıyor
16.10.2025 İktidarın hedefinde LGBTİ+ var
15.10.2025 Bahçeli’den bu sefer de Alevi açılımı
14.10.2025 Öcalan’dan Demirtaş’a değil, Demirtaş’tan Öcalan’a mektup gitti
13.10.2025 Öcalan medyanın dilinden rahatsız olmakta haklı mı?
12.10.2025 Öcalan çağırdı, sürgündeki Kürt siyasetçiler bavullarını hazırlamaya başladı
11.10.2025 Demirtaş Öcalan yüzünden mi tahliye olamıyor?
10.10.2025 TSK Şam’la birlikte YPG’yi vuracak mı? SDG Öcalan’a ”Hayır” mı dedi?
10.10.2025 Ünlü olma suçu
10.10.2025 Haftaya Bakış (287): Ünlülere uyuşturucu gözaltısı, Demirtaş tahliye olmadı, Gazze ve iç politika
19.10.2025 DEM Parti’nin sürece hazırlıksız yakalandığı anlaşılıyor
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı